Kur’an, kendisini gönderen Allah tarafından bizzat açıklanmış ve nebiler de dahil hiç kimseye açıklama yetkisi verilmemiş bir kitaptır:

Elif Lam Ra! Bu, her zaman doğru hükmü veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından, ayetleri, hem muhkem kılınmış hem de açıklanmış bir kitaptır. (1) Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir. (De ki:) Ben de Allah tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim. (Hûd 11/1-2)

Kur’an üzerinde çalışanların görevi, ekipler oluşturarak Allah’ın yaptığı açıklamaya ulaşmaktır. Bunun nasıl yapılacağı, birbirini açıklayan ayetlerin nasıl belirleneceği ve metodun tüm ayrıntıları da yine Kur’an’da Rabbimiz tarafından detaylı olarak açıklanmış, bu metoda “ilim”, ulaşılacak sonuca da “hikmet” adı verilmiştir.

Kur’an’ı sadece Allah’ın açıklaması, ayetlerin yoruma açık olmadığını gösterir. Zaten hikmet doğru hüküm demektir ve her konudaki doğru hüküm yalnız bir tane olmak zorundadır. Bu da Kur’an’ın yoruma açık olmadığını gösterir. Yoruma açık olan bir kitap yorum farklılıklarının da zenginlik olarak görülmesine sebep olur. Ancak hikmetten bahseden ve Allah tarafından açıklanmış bir kitap için böyle bir durum söz konusu olamaz.

Kur’an’da geçen kavramların anlaşılması da yine aynı metodun uygulanması ile mümkündür. Bu da Kur’an üzerinde çalışanların sözlüklere ve Kur’an’ın indirildiği döneme mahkum olmalarını önler. Diğer bir deyişle Kur’an’da geçen her bir kavram yine bizzat Allah tarafından açıklanmış ve hatta örneklendirilmiştir. Kelimelerin anlamlarını ortaya koyan, sonra o kelimeleri kavramlaştırarak birer terim haline getiren, her bir terimi detaylı olarak tanımlayıp sarsılmaz bir incelik ve düzenle kullanan yine bizzat Rabbimizdir.

Bu durumda şu rahatlıkla söylenebilir; Kur’an’ın sadece açıklamasını değil, yeryüzündeki bütün dillere çevirisini de bizzat Allah yapmaktadır. Çünkü kavramlarını kendisi tanımlayıp hangi anlamda ve nasıl kullanıldığını bizzat Kur’an belirlemekte, herhangi bir insana söz hakkı tanımamaktadır.

İşte Kur’an’ın sadece Allah tarafından ortaya konabilecek bu muazzam yapısını bilmediğimiz ya da göz ardı ettiğimizde ayetlere kendi kafamızdan meal vermeye başlarız. Kelimeleri sözlükçüler, terimleri meal ve tefsirciler tanımlamaya ve yorumlamaya başlarlar. Sonuçta mealler Allah’ın Kitabının meali olmaktan çıkar ve Kur’an, mealcilerin at koşturduğu uçsuz bucaksız bir yorum çiftliğine döner. Meal ve tefsirler bu durumun sayısız örnekleri ile doludur. Öyle ki bugün tefsir denildiğinde yazan kişinin ayetleri kendi zamanı ve bilgisi ile yorumladığı eserler anlaşılır. Oysa Rabbimizin buna asla cevaz vermediğini görmüştük.

Kavramların Kur’an’dan öğrenilmemesi ayetlerin yorumlanması sonucunu otomatik olarak doğurmaktadır. Ancak yorumlama bir kez başladığı zaman bunun önünü almak mümkün değildir. Çünkü başta da söylediğimiz gibi Allah, ayetleri akıl almaz bir korelasyonla birbirlerine bağlamıştır. Siz bir ayeti kendi kafanıza göre yorumladığınızda konuyla ilgili başka bir ayeti de aynı yoruma mahkum etmek zorunda kalırsınız. Bu da daima ayetler arası insicamı bozar. Bunu fark eden mealci, her seferinde yorumunu genişletmek ve ayetleri, birbirlerine ve yaptığı yoruma uydurmak için esnetmek zorunda kalır.

Mesela, nebi ve rasul kavramları arasında bir fark gözetilmediği takdirde pek çok ayetin anlaşılmasında ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunların giderilmesi için de mecburen ayetlerin yorumlanması yoluna gidilmektedir. Buna rağmen yapılan bu yorumlar daha büyük anlama sorunlarına hatta ayetler arası tutarsızlık ve çelişkilere yol açmaktadır. Bu duruma mevcut meal ve tefsirlerden hatırı sayılır miktarda örnekler bulmak mümkündür. Bu konuyu, Hayat Kitabı Kur’an isimli mealde Cin Suresinin ilk ayetlerine verilen anlam ve yorumlar üzerinden örneklendirmeye çalışacağız. Meal şöyledir:

De ki: “Bana vahyedildi ki, cinlerden bir kısmı (bu mesaja) kulak vererek, (dostlarına) şöyle dediler: “Gerçekten de biz olağanüstü güzellikte bir hitap dinledik; (Cin 72/1)

Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal Tefsir, Düşün Yayıncılık, Aralık 2017

Ayetin mealinde lafzen bir sorun görünmemekle birlikte dipnotta, cin kelimesini nasıl anlamak gerektiği ile ilgili olarak şu yoruma yer verilmektedir:

“Kur’an’da insan ve cinlere kendi türlerinden rasuller gönderildiği ifade edilir (6/130). Eğer Ahkaf 29-32’den yola çıkarsak, ilk pasajda anlatılan olayın kahramanlarının Hz. Musa’ya inandığı ortaya çıkar. İnsan ve cinlere kendi türlerinden rasul gönderildiği ifade edildiğine göre, bu durumda burada cinn adıyla anılanlar insanlar olmalıdır. Şu halde bu ayetlerde geçen cinin anlamı “görünmeyen varlık” olmaktan çok “bölge insanının görmediği uzak mekanların insanları” olsa gerektir. Belki, Hz. Peygamber haberdar olmadan ve kendilerini görmeden onu dinledikleri için de cinn adını almış olabilirler. Allah en doğrusunu bilir.”

Ancak ayette geçen cin kelimesine bu yorumda verilen “bölge insanının görmediği uzak mekanların insanları” anlamı surenin devamıyla uyuşmamaktadır. Bu sebeple mealde yazar, hemen dördüncü ayette bile yorumuna uygun ancak ayetin metni ve Arap dili gramerine aykırı bir parantez içi açıklama yapmak zorunda kalmıştır:

Bir başka gerçek de, içimizdeki beyinsiz (kişilerin) Allah`a karşı sorumsuzca konuşması olmuştu. (Cin 72/4)

Surenin başından beri aynı kişiler yani cinlerden bir grup konuşmaktadır. Buradaki cinlere “daha önce görülmemiş insanlar” anlamı verilince aslında “bizim beyinsiz” olarak çevrilmesi gereken سفيهنا ifadesi mecburen “içimizdeki beyinsiz kişiler” olarak değiştirilmek zorunda kalınmıştır. Oysa sefih (beyinsiz) ifadesi tekildir ve “içimizdeki” ifadesi de ayetin orijinalinde yoktur, onun yerine “bizim” anlamına gelen zamir kullanılmıştır.

Ayetin anlamını tamamen değiştiren bu problemin üzerinde daha fazla durmayarak aynı mealden okumaya devam edelim:

Halbuki biz, ne insanların ne de cinlerin Allah`a iftira edeceğine asla ihtimal vermezdik. (Cin 72/5)

Dikkat edilirse bu ayette “ne insanların ne de cinlerin” şeklinde bir karşılaştırma yapılmaktadır. Bu ifade gereği, Rabbimiz tarafından “cinler” şeklinde isimlendirilenler insan olmamak durumundadırlar. Aksi halde “insanlar ve cinler” ifadesi kullanılamaz. Sureyi mealden okumaya devam edelim:

Hiç kuşku yok ki insanlardan bazıları cinlerden bazılarına sığınırlar, bu da onların (cinler karşısındaki) zillet verici edilgenliğini artırır. (Cin 72/6)

Surenin ilk ayetiyle başlayan konu devam etmektedir. Konuşturulan yine cinlerdir ve burada da “insanlardan bazıları”, “cinlerden bazıları” ifadelerinin kullanılması, cinler kelimesi ile kast edilenin, yazarın yaptığı yoruma aykırı olarak insan olmamaları gerektiğini gösterir. Zaten yazarın kendisi de bu ayetin dipnotuna yaptığı yorumda mecburen buradaki cinleri görünmez varlıklar olarak nitelemek zorunda kalmıştır:

“Cinler üzerinden kendi vehimlerinin oyuncağı oluyorlardı. Bu cinin kendisinden kaynaklanan bir etki değil, insanın ona yüklediği vehme dayalı anlamdan kaynaklı bir etkiydi. Yani insanlar görünmeyen varlıklara güç vehmediyorlar, sonuçta evhamlarının esiri oluyorlardı…”

Surenin ilk ayetinde aynı kelimeyle “tanınmayan insanlar”, altıncı ayetinde ise “görünmeyen varlıklar”ın kast ediliyor olması acaba yeryüzünde kaç kişiye inandırıcı gelebilir? Her şey bir yana Allah’ın Kitabı için böylesine dağınıklık ve düzensizlik nasıl düşünülebilir?

Yazarın, Cin Suresinin ilk ayetlerinden itibaren konuşmaları nakledilen cinlerden bir topluluğun, “bölge halkının tanımadığı insanlar” oldukları şeklindeki yorumuyla çelişen en önemli kısım sekizinci ayetten itibaren başlamaktadır. Aynı mealden okumaya devam ediyoruz:

(Yine cinler şöyle dediler): “Gerçek şu ki biz göğü yokladık, ama onu tam donanımlı bir koruma ordusu ve tarifsiz bir göktaşı sağanağıyla dopdolu bulduk; halbuki vaktiyle biz onun uygun yerlerinde (haber) dinlemek için otururduk; ne var ki şimdi (bizden) her kim dinlemeye kalksa, derhal karşısında hedefe kilitli bir ateş topu buluyor. (Cin 72/8-9)

Yazarın parantez içi ifadesinden de anlaşıldığı üzere konuşanlar hala aynı kişilerdir. Ancak ayette bahsedilen göğü yoklama, göktaşı sağanaklarına maruz kalma, vaktiyle gökteki dinlenme yerlerinde oturma, ateş topu ile karşılık bulma ifadeleri ayetin başındaki cinler ifadesi ile kast edilenin “bölge insanının görmediği uzak mekanların insanları” olma ihtimalinin imkan dahilinde bulunmadığını göstermektedir.

Görüldüğü üzere ilk ayetin dipnotunda yapılan yorum, surenin devam eden ayetleri ile uyum sağlamamakta ve bu yoruma göre okunduğu takdirde büyük bir anlama problemi ortaya çıkmaktadır. O halde ilk ayette bu yorumun yapılmasının gerekçesi neydi? Neden durup dururken böyle bir tercih yapıldı? Bunun gerekçesi yukarıda okuduğumuz ilgili dipnotta şöyle belirtilmişti: “Kur’an’da insan ve cinlere kendi türlerinden rasuller gönderildiği ifade edilir (6/130).” O halde dipnotta atıf yapılan En’âm suresi 130. ayete bakmamız gerekir. İncelemeye aldığımız mealde yazar bu ayeti dilimize şu şekilde çevirmiştir:

(Allah diyecek ki): “Ey görünmeyen ve görüneniyle tüm iradeli varlık türleri! Kendi içinizden, mesajlarımı size anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınız konusunda sizi uyaran rasuller gelmedi mi? Onlar: “Biz kendi aleyhimize şahitlik yaparız!” diyecekler; zira bu dünya hayatı onları aldatmıştır; ve böylece onlar kendilerinin inkarcı olduklarına yine kendileri şahitlik yapmış olacaklar. (En’âm 6/130)

Bu makalenin ilk yazıldığı dönemde yukarıdaki mealde rasuller yerine peygamberler kelimesi kullanılmaktaydı. Mealin son baskısında ise isabetli bir değişiklikle peygamber kelimesi kaldırılmış ve yerine göre rasul ve nebi kelimeleri kullanılmış. Ancak bunun dışında hiçbir değişiklik yapılmaması, ayetlerin dipnotlardaki tefsirlerinin aynen korunmuş olması bu değişikliğin sadece lafızlarda olduğunu, nebî ve rasul kavramlarının ne işe yaradığının yazar tarafından anlaşılmadığını göstermektedir. Rasul Allah’ın mesajlarını tüm zamanlarda Allah’ın kullarına ileten kişi anlamına gelir. Nebî ise Allah tarafından vahyi almak ve insanlara iletmekle görevlendirilmiş kişidir. Vahyi iletme mecburiyetinin olması nebînin aynı zamanda rasul olmasının zorunlu olduğunu gösterir. Ancak her rasul nebî olamaz çünkü her rasul vahiy alamaz, sadece nebî olan rasuller vahiy alabilirler. Bir kişinin Allah’tan, başkalarına iletmekle yükümlü kılındığı bir vahiy alması onu nebî ve ister istemez rasul yapar. Nebî olan rasulün ilettiği bu vahyi başka insanlara ulaştıranlar da rasul olarak adlandırılırlar ancak bunlar, mevcut vahyi iletirler (2). Bu anlamda nebîlik yani vahiy alma işi Muhammed Aleyhisselam’la son bulmuştur. Ancak Kitap elimizde olduğu sürece onu başkalarına ulaştırma işi yani rasullük sona ermeyecektir(3).

İşte bu fark bilindiği ve gözetildiği andan itibaren En’âm 130. ayet cinlerin tanınmamış insanlar olması gerekliliğine delil olmaktan çıkar. Çünkü bu ayette belirtilen her topluma kendi cinsinden elçiler gönderilmesi konusu aşağıdaki iki ayette de rasul kelimesiyle ortaya konmuş, incelediğimiz mealde de şöyle çevrilmiştir:

Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Ne var ki sadece Allah her bir şeyi duyar, her bir şeyi görür. (Hacc 22/75)

Onlara de ki: “Eğer yeryüzünde salına salına dolaşanlar melekler olsaydı, elbet Biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsrâ 17/95)

Ancak yazar, incelediğimiz Cin Suresi ilk ayetinde geçen cin ifadesine dair yaptığı yorumu bu ayetlere değil, En’âm 130. ayete dayandırmıştır. Halbuki o ayette de kullanılan kelime rasul kelimesidir. Ayetlerde rasul ifadesinin kullanılmış olması, her topluma kendi cinslerinden kendi cinslerinden Allah’ın ayetlerini okuyan vahyi duymuş ya da öğrenmiş kişilerin geldiğini göstermektedir. Yani her rasul nebî olmadığı için Cinlere giden rasul Nebîmiz olmak zorunda değildir. Kendi cinslerinden, yani onlar gibi cin olan bir elçidir.  Zaten Cin Suresinin ilk ayeti şöyledir:

De ki “Bana şunlar vahyedildi: Cinlerin bir kısmı beni dinlemiş ve şöyle demişler: Biz hayranlık uyandıran bir Kur’an (bir söz kümesi), dinledik. (Cin 72/1)

Burada Rasulullah cinlere nebî olarak gönderilmiş değildir. Ayette böyle bir ifade yoktur. Hatta Rasulullah cinlerin kendisini dinlediklerinden bile habersiz olduğu için “de ki” denilerek konuyu bizzat Allah kendisine söyletmektedir. Ayrıca cinler, okunanın “Kur’an” yani ayet kümeleri olduğunu okuyanın Muhammed Aleyhisselam olmasından değil, ayetlerin içeriğinden anlamışlardır:

Olgunlaşmanın yolunu gösteriyor. Ona inanıp güvendik; artık kimseyi Rabbimize ortak sayamayız. Rabbimiz çok yücedir; ne bir eş ne de bir çocuk edinmiştir. Bizim akılsız da (İblis) meğer Allah’a karşı gerçek dışı konuşmalar yapıyormuş. Biz sanıyorduk ki insanlar ve cinler, Allah’a karşı yalan söyleyemezler. (Cin 72/2-5)

Dolayısıyla Muhammed Aleyhisselam cinlere nebî – rasul olarak gönderilmiş değildir. Cinler onun tebliğini kendisinden habersiz olarak dinlemiş ve tebliğin içeriğinden dolayı okunanın ayet kümeleri (Kur’an) olduğunu kavramışlardır. Bu kadarla kalmamış, En’âm 130. ayette okuduğumuz gibi kendi toplumlarını uyarmak üzere ayetleri onlara ulaştırmışlar yani rasullük yapmışlardır. Bu durumu da aynı konuyla ilgili bir başka ayet grubunda, yine Hayat Kitabı Kur’an mealinden görebiliriz:

Bir zamanlar, cinlerden bir grubu Kur`an`ı dinlesinler diye sana yönlendirmiştik. Nihayet o (vahye) kavuşur kavuşmaz “Sükunetle dinleyin!” demişler, (okuma) biter bitmez de kendi toplumlarının yanına uyarıcılar olarak dönmüşlerdi. (Ahkaf 46/29)

Ayette de görüldüğü gibi vahyi dinleyen cinler kendi toplumlarına uyarıcı olarak dönüyorlar. Uyarıcı olmaları, Kur’an’ı toplumlarına ulaştırmaları anlamına gelmektedir. Nitekim Rasulullah da o Kitapla uyarmaktadır:

“…Ben de o Kitapla sizi uyaran ve müjdeleyen kişiyim.” (Hud 11/2)

Ahkaf Suresinin ayetlerini aynı mealden okumaya devam edelim:

Onlar “Ey kavmimiz!” dediler, “Biz Musa`dan sonra indirilen ve kendisinden önceki vahyi tasdik eden bir ilahi mesaj dinledik: o vahiy (kendisine uyanı) hakikate ve dosdoğru bir yola yöneltiyor. (Ahkâf 46/30)

Görüldüğü üzere cinler, Musa Aleyhisslema’a indirilen kitabı biliyorlar ve bundan dolayı dinledikleri ayetlerin kendisinden önceki kitapları tasdik ettiğini görebilmekteler. Bu yüzden onun Allah’tan gelen bir kitap olduğunu anlıyorlar. Bundan sonra da uyarı görevlerini yapmak üzere kendi toplumlarına rasullük yapıyorlar:

Ey kavmimiz! Allah`ın davetine icabet edin ve O`na iman edin (ki), günahlarınızın üzerini çizip sizi bağışlasın ve sizi elim bir azaptan korusun! Ama kim Allah`ın davetine icabet etmezse, asla O`nu yeryüzünde atlatmış olmaz; ve ona (Allah)tan başka hiçbir dostun yararı dokunmaz: böyleleri fark edilir bir sapıklığın göbeğine düşerler. (Ahkaf 46/31-32)

Sonuç olarak, Kur’an’ın en temel kavramlarından ikisi olan nebî ve rasul kavramlarının gereği gibi bilinmemesi, farkın önemsenmemesinden dolayı ayetler arasında uyumsuzluk olduğu sanılmış ve bu uyumsuzluğu gidermek için de dipnotlarla aslında hiç gerek olmayan yorumlar yapılmak zorunda kalınmış, cinlerin tanınmayan insanlar oldukları onca ayete rağmen Kur’an’a söyletilmiştir. Üstelik incelediğimiz mealden peygamber kelimesinin çıkarılması ve nebî rasul kelimelerinin konulması bile Allah’ın Kitabına bu akla sığmaz muamelenin yapılmasını engelleyememiştir. Çünkü ilahiyat alanında çalışanların çoğu için olduğu gibi, yazılmış, defalarca baskı yaparak kayda geçmiş bir iddianın yanlış olduğunu kabul etmek, bu yanlış Allah’ın Kitabına karşı yapılıyor olsa da işte bu kadar zordur.

Bütün bunlara neden olan ise Kur’an’ın yorumlanabileceğinin sanılması ve örneğini verdiğimiz kişilerin Kur’an’ın yorumlanmasını bir tefsir usulü olarak insanlara anlatmaları, bunu meşru ve normal göstermeleridir. Bunun da sebebi Kur’an’ın Allah tarafından açıklanmış bir metodunun olduğunu bilmemeleridir. Metodu bilmemenize rağmen kendinizi meal ve tefsir yazma mertebesinde görüyorsanız o kitabı kendi yorumlarınızla Allah’ın Kitabı olmaktan çıkarmaktan başka seçeneğiniz kalmaz.

Erdem Uygan

(1) Bu iki ayetten anlaşılacağı üzere Allah’ın ayetlerini ancak Allah açıklayabilir. Bu açıklamaya sadece Kitaptan ulaşılabilir. Allah’ın yazılı ayetleri ile ilgili olarak kendisi tarafından yapılan açıklamalar o muhkem ayetin müteşabihleridir (Al-i İmran 3/7, Fussilet 41/3). Başka kaynaklarda açıklama aradığımız takdirde, Allah’tan başkasına kulluk edeceğimiz ikazı, her müminin çok dikkat etmesi gereken şirk günahını oluşturur.

(2) Kur’an’da vahyi iletmeyle ilgili olarak nebî olmayan rasulllerden bahseden ayetlere örnek olarak Furkân 37 ve Şuara 105 ayetleri gösterilebilir