Bu sayıdaki yazımızda Hûd suresinin 114. ayetine meal ve tefsirlerde verilen geleneksel anlama değinecek, ardından da konuyu Kur’ân bütünlüğü açısından ele alıp ayetin doğru anlamını tespit etmeye çalışacağız.

Söz konusu ayetin metni ve mealini vererek konuya başlayalım:

وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفاً مِنَ الَّيْلِۜ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّـَٔاتِۜ ذٰلِكَ ذِكْرٰى لِلذَّاكِر۪ينَۚ

“Gündüzün iki bölümünde ve gecenin gündüze yakın zamanlarında o namazı tam kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu konuda bilgi sahibi olanlar için bu bir hatırlatmadır.”

Ayete verdiğimiz yukarıdaki mealin açılımını Kur’ân bütünlüğünde yapacağız. Ancak öncesinde, söz konusu ayete meallerde, tefsir ve fıkıh eserlerinde verilen anlamları kısaca yansıtmaya çalışalım.

Ayete Verilen Geleneksel Anlam

Bir komisyon[1] tarafından hazırlanan, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından basılan ve Türkiye’deki en yaygın meallerden biri olan “Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meali” isimli çalışma Hûd suresinin 114. ayetine şu meali vermiştir:

“Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.”

Aynı çalışmada bu meale düşülen dipnot da şöyledir:  

“Tefsircilere göre, gündüzün iki tarafındaki namazlar, sabah, öğle ve ikindi; gecenin yakın saatlerindekiler de akşam ve yatsı namazlarıdır…”

Dipnotta tefsircilere nispet edilen görüşün, meali yapan kişi[2] tarafından da paylaşılıp paylaşılmadığını bilmiyoruz. Şayet paylaşılıyorsa, ayette geçen gündüzün iki bölümünde ifadesiyle üç namaz (sabah, öğle, ikindi); gecenin gündüze yakın zamanlarında ifadesiyle de iki namazın (akşam, yatsı) kastedildiği düşünülmektedir. Bu durumda şöyle bir tablo (şekil 1) ortaya çıkmaktadır:

Şekil 1’e göre, gecenin gündüze yakın zamanlarında kılınması emredilen iki namaz vardır; Akşam ve yatsı. Bilindiği üzere, geleneğe, göre yatsı namazının son vakti sabah namazının vakti girinceye kadar devam etmektedir. Bu durumda gecenin gündüze yakın zamanları ile kastedilen, gecenin tamamı olmaktadır. Yine tabloya göre sabah namazı gündüzün iki tarafında kılınması emredilen namazlardan biri olarak görülmektedir. Çünkü yine geleneğe göre, gündüzün, güneşin doğuşuyla değil; sabah namazının vaktiyle başladığı kabul edilmektedir. Nitekim aynı kuruma ait olan ve mealde ismi olanlar tarafından hazırlanan “Kur’an Yolu” isimli çalışmada ayetle ilgili şu açıklamalara yer verilir:

“Gündüz, “tan yerinin ağarmaya başladığı andan güneşin batmasına kadar geçen süre” demektir. Gece ise “güneşin battığı andan başlayıp tan yerinin ağarmasına kadar geçen süre”yi ifade eder. Gündüzün iki tarafından maksat, geceyle birleşen iki tarafı, yani başı ve sonu olup tan yerinin ağardığı ve güneşin battığı zamanlardır. Buna göre gündüzün iki tarafında kılınması emredilen namazlardan biri sabah namazıdır; diğeri ise güneş batmadan önceki kısım (taraf) olarak alındığında öğle ve ikindi, battıktan sonraki taraf olarak alındığında akşam ve yatsı olarak yorumlanmıştır. “Gündüze yakın saatler” diye tercüme ettiğimiz zülef kelimesi ise zülfenin çoğulu olup gecenin gündüze yakın olan ilk saatlerini ifade eder; bu saatlerde kılınması emredilen namaz da yatsı namazıdır. Âyette namazın şekli ve zamanı belirlenmediği için âyet, vakti detaylı olarak tanımlamadan işaret edilen zamanlarda namaz kılmanın önemini vurgulamaktadır (Şevkânî, II, 603). Bu âyetin bütün farz namazların vakitlerini belirlediği kanaatinde olanlar da vardır (bk. Elmalılı, IV, 2831).”[3]

Yukarıda söylenenleri anlamaya çalışalım. Gündüz, “tan yerinin ağarmaya başladığı andan güneşin batmasına”; gece de “güneşin battığı andan başlayıp tan yerinin ağarmasına kadar geçen süre” olarak tanımlanmaktadır. Bunu şekil 2’de şöyle gösterebiliriz:

“Kur’an Yolu” isimli çalışmaya göre, ayette geçen gündüzün iki tarafından kastedilen, gündüzün geceyle birleşen iki tarafı, yani başı ve sonuymuş ve bunlar da tan yerinin ağardığı ve güneşin battığı zamanlarmış. Bu durumda gündüzün ilk tarafında kılınması emredilen namaz sabah namazıymış. Gündüzün diğer tarafında kılınması emredilen namazın hangisi olduğu hususunda ise iki ihtimal varmış; emredilen namazlar, şayet güneş batmadan önceki kısım dikkate alınırsa öğle ve ikindi; güneş battıktan sonraki kısım dikkate alınırsa akşam ve yatsı imiş. Şimdi söylenenleri şekil 3 ve 4’te görelim:

Görüldüğü üzere ilk ihtimale göre (şekil 3) gündüzün iki tarafında kılınacak üç (sabah, öğle, ikindi); gecenin gündüze yakın zamanlarında kılınacak bir namaz (yatsı) vardır. İkinci ihtimale göre (şekil 4) ise gündüzün iki tarafında kılınacak üç (sabah, akşam, yatsı) namaz varken gecenin gündüze yakın zamanlarında kılınacak bir namaz kalmamaktadır.

Gelenekte gündüzün, güneşin batışıyla sona erdiği hususunda ihtilaf olmamasına rağmen, dahası “taraf” kelimesi, Kur’ân’daki tüm kullanımlarında, izafet edildiği şeyin parçasını oluşturacak şekilde geçmesine rağmen ikinci ihtimalde akşam ve yatsı namazları gündüzün iki tarafında kılınacak namazlar arasında sayılmıştır. Oysa yukarıdaki ifadelerde yatsı namazının gecenin gündüze yakın zamanlarında kılınacak namaz olduğu da söylenmişti. Tüm bunlar, müfessirlerin, kendi yaptıkları gece-gündüz tanımlarına kendilerinin uymadıklarını göstermektedir.

Tekrar dönecek olursak, yukarıdaki iddiaya göre gündüzün iki tarafı ile kastedilen, gündüzün başı ve sonuymuş. O halde Tâhâ suresinin 130. ayetinde geçen “وَاَطْرَافَ النَّهَارِ = gündüzün tarafları” ifadesiyle kastedilen nedir? Aynı çalışmanın bu iki ifadeye farklı anlamlar vermesi beklenir. Çünkü وَاَطْرَافَ النَّهَارِ = gündüzün tarafları” ile “طَرَفَيِ النَّهَارِ = َgündüzün iki tarafı” ifadeleri farklı şeylerdir. Birinde gündüzün iki tarafından, diğerinde ikiden fazla, en az üç tarafından bahsedilmektedir. Çünkü Arapça’da “tesniye = ikil” ile “cem’ = çoğul“ farklı sayısal değerleri ifade etmek için kullanılır. Sözü edilen kuruma ait meal Tâhâ suresinin 130. ayetine şu anlamı vermiştir:

“(Resûlüm!) Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.”

Yukarıdaki meale düşülen dipnot şöyledir:

“…Gündüzün etrafında, yani başında ve sonunda tesbih et ifadesi ile, önemine binaen, sabah ve akşam namazlarına ikinci defa dikkat çekilmiştir.”

Görüldüğü üzere gündüzün taraflarında ifadesi “gündüzün iki ucu” olarak tercüme edilmiştir. Çünkü ayette geçen “وَاَطْرَافَ النَّهَارِ = gündüzün tarafları” ifadesinin, önemine binaen, aynı ayette geçen ” قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ = güneş doğmadan ve batmadan önce” ifadesinin tekrarı olduğu düşünülmüştür. “Kur’an Yolu” isimli çalışmada da ayette geçen “وَاَطْرَافَ النَّهَارِ = gündüzün tarafları” ifadesi “gündüzün iki ucunda” şeklinde tercüme edilmiştir.[4]

Görülen o ki, ayetlerde geçen kelimelerin tekil, ikil ya da çoğul olmalarının meal ve tefsir hazırlayanlarca pek bir önemi yoktur. Bu durumda, pek çok ayette Kur’ân’ın Arapça olarak indirildiğine dair yapılan vurgular da önemsenmemiş olmaktadır.

Tekrar Hûd suresinin 114. ayetine dönersek, “Kur’an Yolu” isimli çalışmada da ayette geçen “وَزُلَفاً مِنَ الَّيْلِۜ” ifadesi “gündüze yakın saatler” diye tefsir edilmekte ve kastedilenin “yatsı namazı” olduğu söylenmektedir. Yani ikil olan “طْرَافَ النَّ = َtarafeyn” kelimesi çoğul; çoğul olan “ زُلَفاً = zülef” kelimesi tekil olarak kabul edilmektedir.

Yukarıdaki ifadelerin kaynağının tefsir eserlerinde yer alan geleneksel anlayış olduğunu göreceğiz. Ancak öncesinde, ele aldığımız ayetin Türkçe meallerde nasıl tercüme edildiğine dair birkaç örnek daha vermek istiyoruz.

Türkiye Diyanet Başkanlığı Yayınlarından çıkan ve Halil Altuntaş ile Muzaffer Şahin’in hazırladıkları meal ayeti dilimize şöyle çevirmektedir:

“(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür.”

Ayete düşülen dipnot ise şöyledir:

“Bu âyet, namaz vakitlerini göstermektedir. Gündüzün iki tarafından maksat, güneşin tepe noktasına gelmesinden önceki ve sonraki dilimleri demektir. Buna göre sabah namazı gündüzün bir tarafında, öğle ve ikindi namazları da öbür tarafında olmaktadır. Gecenin gündüze yakın vakitleri ise akşam ve yatsı vakitleridir.”

Süleyman Ateş ayete şu meali verir:

“Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın sâ’atlerde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.”

Süleyman Ateş âyetin tefsirinde, gündüzün iki tarafıyla kastedilenin, gündüzün gece ile birleşen iki ucu olduğunu, ancak güneşin tam doğduğu ve tam battığı ân olan bu iki uçta namaz kılınamayacağı için bu ânların biraz öncesi ve biraz sonrasındaki vakitlerin yani sabah ve akşam namazlarının kastedildiğini söyler. Süleyman Ateş, gündüzün, güneşin doğuşu ile batışı arasındaki zaman dilimi olduğu söylemesine rağmen[5], âyette geçen “طَرَفَيِ النَّهَارِ” ifadesi ile kastedilenin sabah ve akşam namazları olduğunu söylemektedir. Ateş, âyette geçen ve “gecenin gündüze yakın zamanlarında” diye çevirdiğimiz “زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ”  ifadesindeki “zülef = زُلَف” kelimesinin, burada olduğu gibi çoğul kabul edilmesi durumunda yatsı ve teheccüd; “zülf = زُلْف” şeklinde tekil kabul edilmesi halinde ise sadece yatsı namazı olarak anlaşılacağını söyler. Ateş’in söylediklerini şöyle gösterebiliriz:


Şekil 5’te görüldüğü üzere, akşam namazı gündüzün iki tarafından birinde kılınacak namaz olarak gösterilmiştir. Güneş battıktan sonraki bir zaman diliminde kılınan akşam namazı, gündüzün bir tarafı olarak düşünülebilmiştir. Sabah namazının da esasında gece namazı olduğu düşünüldüğünde tablodaki vahamet daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü bu durumda, ayette geçen gündüzün iki tarafındaki ifadeye tekabül eden herhangi bir namaz bulunamamış olmaktadır. Ateş’e göre, Mekke’de ve belki de miraçtan önce inen bu ayet iki veya üç namazı yani sabah, akşam ve yatsıyı emretmektedir. Ateş’in konuyla ilgili devam eden ifadeleri çelişkiler içermekte ve ne dediği tam olarak anlaşılamamaktadır.[6] Ateş’in, söz konusu ayetin İsra olayından öncesine, yani beş vakit namazın farz kılınmasından önceki duruma işaret ettiğine dair ihtimalden İbn Kesîr de tefsirinde bahseder.[7]

Bayraktar Bayraklı da, âyette geçen “طَرَفَيِ النَّهَارِ” ifadesini “gündüzün iki tarafı” olarak dilimize çevirmekte ve bununla sabah ve akşam namazlarının kastedildiğini söylemektedir. Bayraklı, “geceye yakın saatler” anlamı verdiği âyetin kısmıyla da kastedilenin yatsı namazı olduğu görüşündedir.[8] Tablo 3 için söylenenler Bayraklı için de geçerlidir.

En ilginç meale ise Hasan Elik ve Muhammed Coşkun’un beraberce hazırladıkları “Tevhit Mesajı/ Özlü Kur’an Tefsiri” isimli çalışmada rastladık. Bu çalışmada mealin başına şayet ayet numaraları konmamış olsaydı, verilen mealin Hûd suresinin 114. ayetine ait olduğunu anlamamıza imkân ve ihtimal yoktu. Çalışmada 114 ve 115. ayetlere şöyle meal verilmiştir:

“Ey Muhammed! Müşriklerin eziyetlerine karşı dayanıklı ol! Unutma ki Allah senin ve sana inananların sabır ve sebatını karşılıksız bırakmayacaktır. Daima tevhit üzere kulluk et! Namaz ve sabır ile Allah’dan yardım niyaz et! Çünkü sadece Allah’a ibadet etmek gibi iyilikler müminleri dirençli kılar, kötülükleri telâfi eder. Bu söylenenler ders alınmasını bilenler için çok mühim öğütlerdir.”[9]

Yukarıdaki mealin gerçekten Hûd suresinin 114. ayetine ait olup olmadığından emin olmak için aynı çalışmada İsrâ suresinin 78. ayetine verilen meale bakma ihtiyacı hissettik. Ayete verilen şu meal şüphelerimizi giderdi:

“Ey Muhammed! Müşriklerin giderek artan bu baskıları karşısında daha sabırlı ve dayanıklı olmak için daima tevhit üzere kullukta ve ibadette sebat et! Böylece sabah vakitlerinde yapacağın ibadet, gönlünü ferahlatacak, sana dinginlik verecek…”[10]

Görüldüğü üzere ayetin metninden bağımsız olarak ve tamamen bir kurgu üzerinden yorum yapılmıştır. Böylesi bir yol takip edildiğinde Kur’ân’a söyletilemeyecek hiçbir şeyin olamayacağı ortadadır.

Âyetin Tefsir Eserlerinde Ele Alınışı

Taberî, âyette geçen “gündüzün iki bölümünde” şeklinde meal verdiğimiz kısmı “yani sabah (الغداة = el-ğadât) ve öğleden sonraki vakitlerde (العشيَّ = el-‘aşiyy)” şeklinde tefsir edip, “sabah vakti (الغداة)” ile kastedilenin “sabah namazı” olduğu hususunda icmâ bulunmakla birlikte “öğleden sonraki vakitler (العشيَّ)” ile kastedilenin ne olduğu hususunda ihtilaf olduğunu, bazılarının bununla “öğle ve ikindi namazları”, bazıları “akşam namazı”nın bazıları da sadece “ikindi namazı”nın kastedildiğini söylediklerini nakleder. Ancak Taberî âyetteki bu ifade ile kastedilenin “öğle ve ikindi namazları” olduğunu söyleyenlerden de bahseder. Yine onun bildirdiğine göre, bu kişiler, âyetin “gecenin gündüze yakın zamanlarında” mealindeki kısmı ile de “akşam, yatsı ve sabah namazları”nın kastedildiği görüşündedirler. Taberî tüm rivayetleri naklettikten sonra kendi tercihini aktarır. Ona göre, âyette geçen “gündüzün iki bölümü”nden kastedilen, “sabah ve akşam namazları”dır. O bunu şöyle temellendirir:

“Gündüzün iki bölümünden ilkinin sabah namazı olduğu hususunda icmâ bulunmaktadır. Sabah namazı güneşin doğuşundan önce kılınır. İki bölümden birinin sabah namazı olduğu hususunda görüş birliği olduğuna göre diğer bölümün akşam namazı olması gerekir. Çünkü akşam namazı güneş battıktan sonra kılınır. Zira iki bölümden biri ile kastedilen, güneş batmadan önceki vakitte kılınan namaz olsaydı, diğer bölüm ile kastedilen, güneş doğduktan sonraki vakitte kılınan namaz olurdu. Oysa bunu söyleyen birini duymadık. Âyette geçen “gündüzün iki bölümünde” kısmıyla kastedilen öğle ve ikindi namazları olduğunu söyleyen birinin bu görüşünün yanlış olduğu ise ortadadır. Çünkü öğle ve ikindi namazlarının gündüzün iki ayrı bölümüne ait namaz olduğunu söylemek yerine bu iki namazın her ikisini gündüzün bir bölümüne ait namaz olarak görmek daha makul olurdu. Öğle namazı gündüzün yarısı geçtikten sonra kılınır ki bu vakit gündüzün ikinci yarısıdır. Dolayısıyla öyle namazının, gündüzün ilk bölümü olduğunu söylemek kabul edilemez. Aksine öğle namazı gündüzün diğer bölümünde yer alır.”[11]

Taberî’nin ifadelerinden oluşan tablo (şekil 6) şöyledir:

Taberî’nin, “gündüzün iki tarafından biri, güneş doğmadan önceki vakit ise diğeri mutlaka güneş battıktan sonraki vakit olmalıdır” şeklindeki denklemi bize göstermektedir ki o, gündüzün iki tarafını belirlemede ölçüt olarak güneşin ufkun altında ya da üstünde olmasını dikkate almaktadır. Nitekim iddia ettiği icmâ, gündüzün ilk tarafının güneş doğmadan önceki zaman dilimi yani sabah namazı hususunda gerçekleştiği için denklem gereği gündüzün diğer tarafı da yine güneşin ufkun altında olduğu zaman dilimi yani akşam namazı olmaktadır. Şayet iddia ettiği icmâ, gündüzün ilk tarafının güneş doğduktan sonraki zaman dilimi olduğu hususunda gerçekleşmiş olsaydı, bu defa güneşin ufkun üstünde olmasını ölçüt olarak kullanacak ve gündüzün diğer tarafı da güneşin batamadan önceki zaman dilimi olacaktı. Onun bu denklemi pek çok açıdan hatalıdır.

Her şeyden önce herhangi bir kuralın temeli icmâya dayanamaz. İcmâ herhangi bir şeyin doğruluğunun ölçütü değil, belki, zaten doğruluğu kesin olan bir bilginin ifade tarzı olabilir. Hele icmâ ile kastedilen, Taberî’nin yaptığı gibi farklı düşünenleri dışlayarak oluşan zoraki birliktelik ise böylesi bir icmâ, bir denklemin temelini asla oluşturamaz. Ayetler icmâdan hareketle anlamlandırılamaz; belki ayetlerin ortaya koyduğu gerçekler icmâ adıyla ifade edilebilir.

“Nehâr” kelimesine izafe edilen “taraf” kelimesinin güneş battıktan sonraki zaman dilimi, yani akşama namazı olarak görülmesi isabetli değildir. Aynı şekilde sabah namazı da gündüz değil gece namazıdır.

Taberî, gündüzü güneşin doğuşuyla değil, fecir ile başlatmaktadır. Bu durumda gündüzün iki tarafından ilki gündüzün; ikinci kısmı gecenin içinde olmaktadır. Bu, ayette geçen gündüzün iki tarafında ifadesiyle örtüşmemektedir.

Taberî, yukarıdaki kişileri eleştirirken, gündüzün; “güneşin doğuşundan öğleye kadar” ve “öğleden itibaren güneşin batışına kadar” olmak üzere iki bölüme ayrılmasının daha makul olacağını söylemekteydi.[12] Bu durum bizi, Taberî’nin, Tâ Hâ sûresinin 130. âyetinde geçen “أَطْرَافَ النَّهَارِ = gündüzün tarafları” ifadesini nasıl anladığı hususunda meraka sevketti. Çıkan sonuç ilginçti. Taberî Tâ Hâ sûresinin 130. âyetinde geçen “أَطْرَافَ النَّهَارِ = gündüzün tarafları” ifadesi ile kastedilenin öğle ve akşam namazları olduğunu söylemektedir. “أَطْرَافَ = etraf = taraflar” kelimesinin âyette çoğul geçmesine rağmen ikil kastedilmesinin mümkün olduğunu belirten Taberî, Tahrîm sûresinin 4. âyetinde geçen “قُلُوبُكُمَا = kulûbükümâ = o ikisinin kalpleri” kelimesinin çoğul olmasına rağmen ikil anlamın kastedildiğini hatırlatarak görüşünü temellendirmeye çalışır.[13]

Görüldüğü üzere Taberî şöyle bir iddiada bulunmaktadır: Tâ Hâ sûresinin 130. âyetinde geçen “أَطْرَافَ النَّهَارِ” şeklindeki ifadedeki “أَطْرَافَ = etraf” kelimesi çoğul formda olsa da burada iki namaz kastedilmektedir. Nitekim Tahrîm sûresinin 4. âyetinde geçen “قُلُوبُكُمَا” ifadesinde, iki kişinin kalbi kastedilmesine rağmen, “قلب = kalp” kelimesi, ikil değil çoğul formda yani “قلوب = kulûb = kalpler”  olarak kullanılmıştır. Taberî’nin bu iddiası kabul edilemez. Çünkü Arapça dil kuralına göre, tesniye (ikil) formundaki kelime bir diğer tesniye formundaki kelimenin tamlayanı (muzaf) olduğunda, tamlayan (muzaf) tamlananın (muzafun ileyh) bir parçası ise, tamlayan çoğul formunda kullanılır.[14] Çünkü böyle bir kullanım anlam karışıklığı doğurmaz. Taberî’nin delil getirdiği “قُلُوبُكُمَا” ifadesi bunun bir örneğidir. Bu örnekte, tamlayan durumundaki “قلب = kalp” kelimesinin çoğulu olan “قلوب = kulûb = kalpler” kelimesi, tamlanan durumundaki “كما = kümâ = siz ikinizin” zamirinden kastedilen iki kişiye izafe edildiği için için burada bir kafa karışıklığı olmaz. Yani “ikinizin iki kalbi = قَلْبَانِكُمَا = kalbânikümâ” değil “ikinizin kalpleri = قُلُوبُكُمَا = kulûbükümâ” şeklinde ifade edilir. Bahse konu olan “أَطْرَافَ النَّهَارِ” ifadesinde ise durum farklıdır. “أَطْرَافَ = etraf” kelimesi, gündüzün parçaları olduğu gibi başka şeylerin de parçaları anlamına gelebilir. O halde kastedilen anlam ne ise kelime o anlama göre düzenlenmek zorundadır. Ya da kelimenin kalıbı nasıl düzenlenmiş ise mana ona göre verilmelidir.

Taberî, yukarıdaki âyetin “gecenin gündüze yakın zamanlarında” diye tercüme ettiğimiz “زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ” ifadesini “gecenin saatleri” diye tefsir etmekte ve kastedilenin “yatsı namazı” olduğunu söylemektedir. Bu görüşünü çeşitli rivayetleri naklederek destekleyen Taberî, bununla birlikte âyetin bu kısmıyla kastedilenin “akşam ve yatsı namazları” olduğuna dair nakillere de yer vermektedir.[15]

Bir diğer müfessir İbn Kesîr, “gündüzün iki bölümünde” şeklinde meal verdiğimiz kısım ile a. sabah ve akşam, b. sabah ve ikindi, c. sabah, öğle ve ikindi; “gecenin gündüze yakın zamanlarında” şeklinde meal verdiğimiz kısım ile de a. yatsı, b. akşam ve yatsı namazlarının kastedildiğine dair rivayetleri aktarır.[16] Benzer rivayetler başka tefsirlerde de geçer. Mesela Beydâvî de “gündüzün iki bölümünde” şeklinde meal verdiğimiz kısmın sabah ve öğle sonrası anlamına geldiğini, bundan kastedilenin de a. sabah ve ikindi veya b. sabah, öğle ve ikindi namazları olduğunu; “gecenin gündüze yakın zamanlarında” mealindeki kısmı ile de akşam ve yatsı namazları olduğunu söyler.[17] Zemahşerî’ye göre de âyetin ilk kısmıyla sabah, öğle ve ikindi; ikinci kısmıyla da akşam ve yatsı namazları kastedilmektedir.[18] Mâtürîdî, âyette üç namazın zikredildiğini, âyetteki “gündüzün iki tarafı” ifadesiyle sabah ve ikindi; “gecenin gündüze yakın zamanlarında” ifadesiyle de akşam namazının kastedildiğini söyler. Mâtürîdî, âyette geçen “zülef = زُلَف” kelimesinin çoğul bir kelime olması üzerinde değil de, kelimenin “yakınlık” anlamına geldiği üzerinde durmaktadır.[19] Cessâs da âyetin ilk kısmıyla sabah, öğle ve ikindi; ikinci kısmıyla da akşam ve yatsı namazlarının kastedildiğini söyler.[20]

Âyet fakihler tarafından da ele alınmıştır. Mesela Serahsî, meşhur eseri el-Mebsût’un “namazın vakitleri” başlığı altında bu âyetin ilk kısmıyla sabah; ikinci kısmıyla da akşam ve yatsı namazlarının kastedildiğine dair rivayetlere yer verir.[21] Kâsânî’ye göre bu âyet, beş vakit namazı göstermektedir. Bu âyete göre sabah namazı gündüzün bir tarafını, öğle ve ikindi namazı gündüzün diğer tarafını ifade eder. Çünkü gündüz, sabah (غداة) ve öğleden sonra (عشي) olarak ikiye ayrılır. Sabah (غداة), gündüzün ilk ânından zevale kadar devam eder. Sonra öğleden sonraki kısım (عشي) başlar. Âyetin ikinci bölümüne da akşam ve yatsı namazı girer.[22] Durum Şafii mezhebinde de farklı değildir. Mesela Mâverdî, âyetin ilk kısmıyla sabah, öğle ve ikindi; ikinci kısmıyla da akşam ve yatsı namazlarının kastedildiğini söyler.[23]

Görüldüğü üzere Hûd sûresinin 114. âyetinde geçen ve ikil formda olan “طَرَفَيِن = tarafeyn” kelimesine çoğul; çoğul formda olan “زُلَف = zülef” kelimesine de tekil muamelesi yapılmıştır. Şimdi âyeti Kur’ân bütünlüğü içinde ele alabiliriz.

Kur’ân Bütünlüğünde Âyetin Doğru Anlamı

Ele aldığımız âyette, “gündüzün iki bölümünde = طَرَفَيِ النَّهَارِ” ve “gecenin gündüze yakın zamanlarında = زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ” namaz kılınması emredilmektedir. “Gündüzün iki bölümü” diye anlam verdiğimiz ifade âyette “طَرَفَيِ النَّهَارِ = tarafeyin-nehâr” şeklinde geçmektedir. “طَرَفَيِن = tarafeyn” kelimesi Arapça’da “iki taraf/bölüm/uç” anlamına gelir. Kelimenin tekil hali “طَرَف = taraf”tır. Taraf kelimesi Kur’ân’da “kafirlik edenler”[24], “arz = yeryüzü”[25] ve “nehâr = gündüz”[26] kelimelerine izafe edilir ve izafe edildiği şeylerin “parçası/bölümü” anlamını verir. Bu durumda yukarıdaki âyette “gündüz” anlamına gelen “nehâr” kelimesine izafe edilen “tarafeyn” kelimesi “gündüzün iki bölümü” anlamına gelir. Gündüzün taraflarında kılınması emredilen iki namaz, öğle ve ikindi namazları olmalıdır. Çünkü İsrâ sûresinin 78. âyetinde, gündüz kılınması gereken ilk farz namazın vakti, güneşin batıya meyletmesi ile başlar ve bunun da öğle namazı olduğu aklen ve naklen sabittir.

Âyette “gecenin gündüze yakın zamanları” anlamına gelen ve “زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ = zülefen mine’l-leyl” şeklinde geçen ifadedeki “زُلَف = zülef” kelimesi “yakınlık” anlamına gelen “زُلْفَة = zülfe” kelimesinin çoğuludur. Yani “zülef”, “zülüfler” demektir. Kelime Kur’ân’da pek çok âyette geçer. Mesela Tekvîr sûresinin 13 (وَإِذَا الْجَنَّةُ أُزْلِفَتْ = Cennet yaklaştırılınca), Şu’ârâ sûresinin 90 ile Kâf sûresinin 31 (وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ = Cennet müttekîlere yaklaştırılır) ve yine Şu’arâ sûresinin 64. âyetlerinde  (وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ = Öbürlerini o yerde onlara yaklaştırdık) kelimenin fiil hali “yaklaşmak” anlamında kullanılmıştır. “Zülfe” kelimesi de “yakınlık” anlamında Mülk sûresinin 27. âyetinde kullanılır (فَلَمَّا رَأَوْهُ زُلْفَةً سِيئَتْ وُجُوهُ الَّذِينَ كَفَرُوا = O tehdidi yakından görünce kafirlerin yüzleri fenalaşır). Yine “zülfâ = زُلْفَى” kelimesi de Sebe sûresinin 37 (وَمَا أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُم بِالَّتِي تُقَرِّبُكُمْ عِندَنَا زُلْفَى = Sizi bizim katımıza yaklaştıracak şey ne mallarınız ne de çocuklarınızdır), Sâd sûresinin 25 ve 40 (وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ = Bize daha yakın olma ve mutlu son onun hakkıdır) ile Zümer sûresinin 3. âyetlerinde (وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى = Allah’tan önce evliyaya tutunanlar derler ki, ‘Bizim bunlara kulluk etmemiz, sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diyedir.’) “yakın olmak” anlamında geçer. Aynı kökten türeyen “Müzdelife” kelimesinin de insanları Allah’a yaklaş-tırması yahut Arafat’tan hareketle buraya yaklaşıldığı veya insanların buraya gelmekle Mina’ya yaklaşmaları veya gecenin ilk zaman diliminde Arafat’tan buraya gelinmesiyle irtibatlı olduğu söylenir.[27]

Âyette geçen “zülef” kelimesinin çoğul olduğunu söylemiştik. Bu durumda gecenin gündüze yakın en az üç kısmında kılınması gereken namaz olmalıdır. Arapça’da çoğulun en azı üçtür. Bir şeyin yakın-lığından, o şeyin ancak bir başka şeyle olan mesafesi tasavvur edildiğinde bahsedilebilir. Gecenin yakınlığı, gecenin gündüze yakınlığı söz konusu olduğunda bir anlam taşır. O halde gecenin yakın kısımları, gecenin gündüzden emareler taşıyan zaman dilimleri için söz konusu olur. Gecenin gündüze yakın kısımlarında kılınacak namazlar akşam, yatsı ve sabah namazları olur. Akşam namazının vakti, güneşin batışıyla başladığı için akşam namazı gecenin bir zülfü yani gecenin gündüze yakın bir ânı olur. Akşam namazının bitişinde, batı ufkunda batan güneşten hâlâ emareler kaldığı ve batı ufkunda aydınlık bir süre daha devam ettiği için yatsı namazının vakti de gecenin bir zülfü yani gecenin gündüze yakın bölümlerinden biri olur. Çünkü yatsı namazının vakti sabah namazının vaktine kadar değil, batı ufkunda, batan güneşten herhangi bir emarenin kalmadığı yani gecenin karanlığının bastırdığı âna kadar devam eder.[28]

İsrâ sûresinin 78. âyetinde şöyle buyrulur:

أَقِمِ الصَّلَاةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا

“O namazı, güneşin batıya kaymasından gecenin kararmasına kadar, bir de fecrin yoğunlaşması sırasında kıl. Fecirdeki yoğunluk gözle görülebilir.” 

Âyette namazın, “güneşin batıya kaymasından (لِدُلُوكِ الشَّمْسِ)”, “gecenin karanlığına kadar geçen sürede (إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ)” ve bir de “fecir ışığının toplanma anında (وَقُرْآَنَ الْفَجْر)” kılınması emredilmektedir. Yine âyette, Hûd sûresinin 114. âyetinde geçen, gündüz kılınması gereken iki namazdan ilkinin yani öğle namazının başlangıç vakti belirtilmektedir. Ayrıca bu âyette, Hûd sûresinin 114. âyetinde geçen gecenin gündüze yakın zamanlarından birinin –ki bu, yatsı namazıdır- son vakti belirtilmiştir. Gecenin gündüze yakın vakitlerinden diğeri olan sabah namazının vakti de bu âyette belirtilmiştir. Demek ki, Hûd sûresinin 114. âyetinde geçen gündüzün iki tarafı, öğle namazıyla başlamaktadır. Gecenin gündüze yakın zamanları da güneşin batmasından sonraki ve doğmasından önceki zamanlardır. Gecenin bu iki ucundaki zamanlar, gecenin gündüze yakın zaman dilimleridir.

Cibrîl’in Kâbe’nin yanında iki gün üst üste Rasûlullah’a namaz kıldırdığına dair meşhur şu rivayet de yukarıda anlatılanlarla örtüşmektedir:

“Cibrîl Kâbe’nin yanında bana iki kere imamlık yaptı. Birincisinde öğle namazını, gölgeler bir ayakkabı bağı kadar iken kıldırdı. Sonra her şeyin kendi gölgesi kadar olduğu zaman ikindiyi kıldırdı. Güneşin battığı ve oruçlunun iftar ettiği saatte akşam namazını kıldırdı. Şafağın kaybolduğu saatte de yatsıyı kıldırdı. Sabah namazını da tan yerinin ağardığı, oruç tutana yemenin içmenin yasak olduğu saatte kıldırdı. Cibrîl ikinci kez imamlık yaptığında öğle namazını, dünkü ikindi vaktinde; her şeyin gölgesinin kendi boyu kadar olduğu vakitte kıldırdı. İkindiyi, her şeyin gölgesi kendinin iki katı olduğu vakitte kıldırdı. Sonra akşam namazını ilk günkü vaktinde kıldırdı. Sonra yatsı namazını gecenin üçte biri geçerken kıldırdı. Sabah namazını da ortalık aydınlandığı sırada kıldırdı. Sonra Cibrîl bana döndü ve dedi ki, ‘Ey Muhammed, bu senden önceki nebîlerin ibadet vaktidir. İbadet vakti bu iki vaktin arasıdır.’”[29]

Bu durumda ortaya çıkan tablo şöyle olmalıdır:

Âyete Doğru Anlam Verenler

Bazı meallerde âyete doğru anlamın verildiğini de görmekteyiz. Mesela Hayrat Neşriyat’a ait meal şöyledir:

“Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindi vakitlerinde) ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde (akşam, yatsı ve sabah vakitlerinde) ise namazı hakkıyla edâ et! Muhakkak ki iyilikler, (büyük günahlardan kaçınmak şartıyla) kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir nasîhattir.”

Cemal Külünkoğlu’na ait meal de böyledir:

 “Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindide) ve gecenin (gündüze) yakın vakitlerinde (akşam, yatsı ve sabah da) dosdoğru namaz kıl. Muhakkak ki iyilikler (elde edilen dereceler) kötülükleri (küçük günahları) ortadan kaldırır. İşte bu, anlayışı ve kavrayışı olanlar için bir öğüttür.”

Ali Fikri Yavuz, âyetin ifadelerine açtığı parantezlerde isabet etmiş ancak ayette geçen “زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ” ifadesini “geceye yakın üç vakitte” diye hatalı çeviri yapmıştır. Ona ait meal şöyledir:

“Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindi vakitlerinde) ve geceye yakın üç vakitte (akşam, yatsı ve sabah vakitlerinde) gereği üzere namaz kıl. Doğrusu bu hasenat (beş vakit namazın sevabı, küçük) günahları mahveder, Bu, ibretle düşünenlere bir nasihattır.”

Âyete düştüğü açıklamalara bakıldığında Mustafa İslamoğlu’nun da âyetin meal ve tefsirinde isabet ettiği söylenebilir. Ancak söz konusu âyetten kastedilen namazların hangileri olduğuna dair tespitin ancak Rasûlullah’ın uygulamalarıyla mümkün olduğuna dair yorumlarına katılmamız mümkün değildir.

Ömer Nasuhi Bilmen, bu âyetin beş vakit farz namazın açık bir delilini teşkil ettiğini ve âyetin ilk kısmıyla kastedilenin öğle ve ikindi namazları olduğunu söyler. Âyette geçen “zülef” kelimesinin “zülfe”nin çoğulu olduğunu belirten Ömer Nasuhi Bilmen, Arapçada çoğulun (cem’) en azının üç olduğunu hatırlatır ve âyetin ikinci kısmıyla sabah, akşam ve yatsı namazlarının kastedildiğini söyler.[30] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da Ömer Nasuhi Bilmen gibi düşünür.[31]

Sonuç

Görüldüğü üzere, Hûd sûresinin 114. âyetinde geçen ve ikil anlam taşıyan “طَرَفَيِ النَّهَارِ” ifadesine çoğul; çoğul anlam taşıyan “زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ” ifadesine de tekil veya ikil anlamlar yüklenebilmiştir. Ayrıca sabah namazının gündüz namazı olduğu düşünülmüş, hatta akşam ve yatsı namazlarını, âyette geçen “gündüzün iki tarafında” ifadesinin kapsamına sokanlar bile olmuştur. Âyetin metnine bu tür anlamların giydirmesinin temelinde, muhtemelen, âyetlere Kur’ân bütünlüğü içinde değil de bir takım algı ve kurgulardan hareketle yaklaşılmış olması yatmaktadır.

Sabah namazının, âyetin ilk kısmındaki “gündüzün iki bölümünde = طَرَفَيِ النَّهَارِ”  ifadesi içerisinde değerlendirilmesi, geleneksel “gündüz” tanımının bir sonucu olabilir. Gündüzün, güneşin doğuşuyla değil de fecrin doğuşuyla başladığı düşünülmüş, böylece sabah namazı gündüz namazlarından sayılmıştır. Gündüzün fecrin doğuşuyla başladığına dair düşüncenin temelinde, orucun gündüz vakti yerine getirilen bir ibadet olduğu, bu ibadete de fecrin doğuşuyla başlanıldığı düşüncesi olabilir.[32] Nitekim Arapça’da “gündüz” anlamına gelen “nehâr” kelimesinin, “güneşin doğuşundan batışına kadar geçen süre” olduğunu hatırlatanlara fakihler “şer’î nehar” kavramını kullanır ve oruç ibadetinin zamanını buna delil gösterirler.[33] Tahmin edileceği üzere, delil gösterdikleri âyet Bakara sûresinin 187. âyetidir. Âyette orucun fecrin başlangıcından geceye kadar tutulmasının emredildiğine (وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ) dikkat çekerler ve buradan hareketle gündüz vaktinin, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan zaman olduğunu söylerler. Bununla birlikte orucun tarifinde “nehar” kelimesini değil de “sabah” kelimesini tercih edenler de vardır. Mesela Zeyla’î, oruç ibadetini “هو تَرْكُ الْأَكْلِ وَالشُّرْبِ وَالْجِمَاعِ من الصُّبْحِ إلَى الْغُرُوبِ بِنِيَّةٍ من أَهْلِهِ الصوم = oruç, niyetli olarak, sabah vaktinden güneş batana kadar yeme-içme ve cinsel ilişkiyi terk etmektir.” şeklinde tanımladıktan sonra tanımda geçen “من الصُّبْحِ = mine’s-subh = sabah vaktinden itibaren” ifadesinin özellikle kullanıldığını, mesela “نهارا = nehâran = gündüz vakti” denilmediğini, çünkü “nehar”ın güneşin doğuşundan batışına kadar geçen zaman dilimi olduğunu söyler ve Kudûrî’yi, oruç tanımında “nehar” kelimesini kullanması sebebiyle (الصوم هو الإمساك عن الأكل والشرب والجماع نهارا مع النية = oruç, niyetli olarak, gündüzleyin yeme-içme ve cinsel ilişkiden uzak kişinin kendisini tutmasıdır) eleştirir.[34]

Ancak, gündüzün, güneşin doğuşuyla başladığını söyleyenler de vardır. Mesela, gündüz namazlarında kıraatin sesli yapılmadığı kuralını hatırlatıp sabah namazının gece namazı olması gerektiğini, bu durumda gündüzün güneşin doğuşuyla başladığını söyleyenler bulunmaktadır.[35] Görünen o ki, gündüz namazlarının kıraatinin sessiz olduğuna dair Rasûlullah’a nispet edilen sözün,[36] gündüzün fecrin doğuşuyla başladığına dair düşünceyle çelişmemesi sebebiyle “sabah” ve “nehar” diye iki ayrı kavram oluşturulmuş, sabah, “fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar”; gündüz de “güneşin doğuşundan batışına kadarki zaman dilimi” şeklinde tanımlanmıştır.

Görüldüğü üzere gündüzün tanımında bir kafa karışıklığı vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu kafa karışıklığı Hûd sûresinin 114. âyetinin anlaşılmasında etkili olmuş gözükmektedir.

Öte yandan yatsı namazının son vaktinin sabah namazına kadar devam ettiğine dair düşüncenin de söz konusu âyetin yanlış anlaşılmasına sebep olduğu söylenebilir. Zülfe kelimesi yakınlık anlamına gelir. Âyette geçen “زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ” ifadesini, yani “gecenin zülfelerini” gecenin gündüze yakın vakitleri olarak düşünebilmek için yatsının son vaktinin sabah namazına kadar devam etmediğini kabul etmek gerekir.

Namazın Mekke’de bilinmediğine dair algının da yukarıdaki âyetin anlaşılmasında engel oluşturduğu düşünülebilir. Beş vakit namazın miraçta farz kılındığına dair düşünce, bu ve benzeri âyetlerin beş vakit namazla irtibatlı olarak ele alınmamasının sebeplerinden biri gibidir. 

Taberî’nin bir görüş olarak naklettiği ve ayette geçen “gündüzün iki bölümünde = طَرَفَيِ النَّهَارِ” ifadesi ile kastedilenin öğle ve ikindi; “gecenin gündüze yakın zamanlarında = زُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ” ifadesi ile kastedilenin de akşam, yatsı ve sabah namazları olduğuna dair görüş, âyeti doğru bir şekilde ele alanların bulunduğunu göstermesi açısından önemli iken, Taberî’nin bu görüş sahiplerine cevap verme saikiyle dile getirdiği iddialar da bir o kadar önemsizdir. Sabah namazını gece namazı olarak görenlerden bahsetmesine, hatta onlara cevap vermeye çalışmasına rağmen sabah namazının gündüzün tarafların bir taraf olduğu hususunda icmâ olduğunu söyleyebilmesi, geleneksel icmâ anlayışını yansıtması açısından dikkat çekicidir.

Neticede, Kur’ân bütünlüğü açısından değil de algı ve kurgular üzerinden hareket edilmiş ve bir âyetin daha başına gelmeyen kalmamış.

Notlar

1. Her ne kadar komisyon desek de, önsözündeki açıklamalara bakıldığında çalışmanın, tercüme yapmak ve açıklayıcı notlar koymak üzere altı kişi arasında paylaştırılmış bölümlerin bir araya getirilmesiyle oluşmuş bir meal olduğu anlaşılmaktadır.
2. Çalışmanın önsözündeki açıklamalara bakılırsa söz konusu ayetin meali ve meale düşülen dipnot Sadrettin Gümüş’e ait olmalıdır.
3. Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara, 2003, III, 196.
4. Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, III, 560.
5. http://www.suleyman-ates.com/index.php?option=com_ content&view=article&id=1012%3Aftar-vakt-le-lgl-br-soru&catid=63%3Anisan-2014&Itemid=97
6. Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, IV, 342 vd.
7. el-İmam Hafız İbn Kesîr (ö. 774/1373), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm li’l-Hafız İbn Kesîr, Kahire 2005, IV, 364.
8. Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, IX, 338 vd.
9. Hasan Elik, Muhammed Coşkun, Tevhit Mesajı, İstanbul, 2013, s. 519.
10. Hasan Elik, Muhammed Coşkun, Tevhit Mesajı, s. 621.
11. Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (ö. 310/923), Câmi’u’l-Beyân, Beyrut, 1992, VII, 124 vd.
12. Taberî, Câmi’u’l-Beyân, VII, 126.
13. Taberî, Câmi’u’l-Beyân, VIII, 477. Benzer bir mesele olarak, Nisâ sûresinin 11. âyetinde geçen “ٌ ة َ إخو = ْ kardeşler” kelimesinin çoğul olmasına rağmen ikil anlama da geldiğine dair klasik kaynaklardaki tartışmalar için bkz. Tahâvî, Ahkâmü’l-Kur’ân, II, 378; Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, IV, 107-108; Serahsî, el-Mebsût, XXIX, 144.
14. Şeyh Ebu’l-Hayyan Siracuddin en-Nahvî, Hidâyetü’n-nahv, Karaçi, Pakistan, s. 58.
15. Taberî, Câmi’u’l-Beyân, VII, 124 vd.
16. el-İmam Hafız İbn Kesîr (ö. 774/1373), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm li’l-Hafız İbn Kesîr, Kahire, 2005,
17. el-Kadi Nasıruddin Ebi Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî el-Beydâvî (ö. 685/1286), Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, Beyrut, 2000, II, 153-154.
18. Carullah Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî (ö. 538/1144), el-Keşşâf an Hakâik-i Ğavâmidi’t-tenzîl ve ‘uyûni’l-akâvîl fî vücûhi’t-te’vîl, Riyat, 1998, III, 242-243.
19. Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Muhammed Mâturîdî (ö. 333/944), Te’vîlâtü’l-Kur’ân, İstanbul, Mizan Yayınevi, 2006, VII, 249.
20. Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî Cessâs (ö. 370/981), Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut, trs., II, 267.
21. Ebû Bekr Şemsü’l-eimme Muhammed b. Ahmed b. Sehl es-Serahsî (ö. 483/1090), el-Mebsût, Beyrut, 1989, I, 141.
22. Alâuddin Ebû Bekr b. Mesûd el-Kâsânî el-Hanefî, (ö. 587/1191), Bedâi’u’s-sanâi’ fî tertîbi’ş-şerâi’, Beyrut, 1982, I, 89.
23. Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib Mâverdî (ö. 450/1058), el-Hâvî fî fıkhi’ş-Şâfi’î, Beyrut, 1994, el-Hâvî, II, 6.
24. Âl-i İmrân 3/127.
25. Ra’d 13/41; Enbiyâ 21/44.
26. Tâhâ 20/130.
27. Dursun Ali Şeker, “Müzdelife”, DİA, XXXII, 239.
28. Konuyla ilgili bkz. Abdulaziz Bayındır, http://www.suleymaniyevakfi.org/kuran-arastirmalari/kuranda-namaz-vakitleri. html
29. Tirmizî, Mevâkît, 1.
30. Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’anı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, Bilmen Yayınevi, İstanbul, III, 1528.
31. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili Yeni Mealli Türkçe Tefsir, İstanbul, 1938, IV, 2832.
32. İbn Teymiyye, Câmi’u’l-mesâil, VI, 342.
33. Ekmeleddin Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd b. Ahmed Bâbertî (786/1384), el-İnâye, III, 280.
34. Fahreddin Osman b. Ali b. Mihcen Zeylai (743/1342), Tebyînü’l-hakâik fî şerhi Kenzi’d-dekâik, I, 312.
35. Ebü’n-Necâ Şerefeddin Musa b. Ahmed b. Musa el-Haccâvî (ö. 968/1560), el-İknâ’ fî fıkhi’l-imâm Ahmed b. Hanbel, Beyrut, trs., s. 118.
36. Rivayet şöyledir. “صَلَاةُ النَّهَارِ عَجْمَاءُ = gündüz namazları(nda kıraat) sessizdir.” Muhakkikler hadisin zayıf olduğunu söylemişlerdir. Bkz. Cemaluddin Ebû Muhammed b. Abdillah b. Yusuf el-Hanefî ez-Zeyla’î (ö. 762/1361), Nasbü’r-râye li ehâdîsi’l-Hidâye, Kahire, trs., II, 1-2.