Deist Ömer isimli yazıda(1), bir kişiyi deist yapan koşulların, Caner Taslaman’ın iddiasının aksine, gelenekçi – hurafeci din algısında değil, kendilerine Kur’an’cı denilen hocaların anlattıkları dinde aranmasının daha mantıklı olduğunu dile getirmiştim. Bunu yaparken de Ömer isimli hayali kahramanımı deist olmaya götüren yolun, pek çoğu Kur’an’ı dilediği gibi yorumlayacak kadar çıldırmış hocalar tarafından açıldığını göstermeye çalışmıştım. Oldukça ilgi gördüğü anlaşılan bu yazının ardından, “peki Ömer şimdi ne yapmalı?” tarzında pek çok soru gelmesi, yazıda anlatılanların doğruluğunun görüldüğünü yansıtması bakımından sevindirici, Kur’an’cı (!) hocaları takip edenlerin dahi bir çıkmazda olduklarını göstermesi bakımından hazindir.

İlk yazının, anlatılmak isteneni ortaya çıkarmak için bilerek görmezden gelinmiş bir tutarsızlık içerdiği, üzerinde düşünenler tarafından kolayca görülecektir: Ömer aslında gerçeği bulmaya hevesli, kararlı ve bu sebeple de gerçeğe giden yolda emek sarf etmekten kaçınmayan bir kişidir. Böyle bir kişinin Kur’an’cı hocaların söylemlerindeki tutarsızlık sebebiyle deist olmayı seçmesi karakteri ile tezat oluşturan bir kolaycılık olmuştur. İşte tam da bu yüzden gerçek hayatta samimi olarak deist olan bir kişiye rastlanmaz. Kendilerine deist diyenler, aslında gidecekleri yolu önceden seçmiş, bu yanlış seçimlerine içlerini rahatlatacağını düşündükleri gerekçeler bulmak isteyen kişilerdir. Böylelerinin bu sapkın seçimlerine mevcut dini ortamda ister gelenekçi ister Kur’an’cı kesimden sayısız gerekçe bulmalarının hiç de zor olmadığı görülmüştür.

Ömer’in bu kişilerden olmadığı, gerçeği aramada gösterdiği samimi gayretten anlaşılmaktadır. Ancak geldiği noktada tüm gayretlerine rağmen her kafadan bir sesin çıktığını gören Ömer bir şeyin farkına varır: Gelenekçi dinin yanlışlarını gördükten sonra yaptığı tek şey, Kur’an’dan konuştuğunu söyleyen hocalara kulak vermek olmuştur. Bu sayede dinin bir kitabı olduğunu, eğer din adına bir şeyler söylenecekse o kitaptan söylenmesi gerektiğini görmüştür ama onu bizzat kendisi okumamış, onun yerine sırf gelenekçi dine yüklendikleri için hepsini aynı kefeye koyduğu hocaların sözlerine dikkat kesilmiştir. Peki bu kişilerin üzerinde ihtilaf ettikleri konularda Kur’an mealleri ne söylemektedir? Acaba en azından bu hocaların birbirleriyle çelişen sonuçlara vardıkları konularda meallere baksa  kendisi bir şey anlayamaz mıdır? 

Ömer bir gece yarısı zihnine takılan bu soruyla uyanır. Artık uyuması mümkün değildir. Hocaların uzlaşamadığı konulardaki ayetlerin meallerine bakmaya karar verir. Tek ayette geçtiği için başörtüsü konusu iyi bir başlangıç olabilir diye düşünür ve ilk olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mealine bakmaya karar verir. Aradığı ayetin Nur Suresi 31. ayet olduğunu internetten tespit eder ve mealini okumaya başlar. Ne kadar uzun bir ayettir! Gözleri hızla kelimeler üzerinde kayar. Aradığı kelimeye ulaşana kadar kalbi, sıkma moduna geçmiş çamaşır makinası gibi sürekli hızını artırmaktadır. Sonunda gözü, uçak gemisine inen savaş uçaklarının, altlarındaki kancayı gemi üzerine enlemesine gerilmiş çelik halata takmaları gibi şu ifadeye takılır: “Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar.” 

Ömer ayetin meali ile başbaşadır. Kendisini ve her şeyi yaratan yüce Allah’ın sözü, bütün açıklığı ile karşısında durmaktadır. Kalbi hâlâ olması gereken sürate inmemiştir ama Ömer’in içini bir rahatlama ve huzur kaplamaya başlamıştır. Derken aklına Kur’an’da başörtüsü olmadığını savunan isimler gelir. “Acaba onlar bu ayeti okumuyorlar mı” diye düşünür. Başörtüsünün olmadığını savunan ve içlerinde Caner Taslaman, Emre Dorman gibi isimlerin bulunduğu bir ekip tarafından kaleme alındığı sır olarak kalamayan kitapta bu ayet nasıl meallendiriliyor diye merak eder. Kitabın pdf’sini de birkaç saniye içinde bulur. İşte o meal de karşısındadır: “Hımarlarını (örtülerini/başörtülerini) yaka açıklarına koysunlar.” Başörtüsünün olmadığını iddia edenlerin kitaplarına aldıkları mealde başörtüsü kelimesini kullanmadan edememeleri Ömer’in dikkatinden kaçmamıştır. 

Başörtüsünün olmadığını iddia edenlerden biri olan Edip Yüksel’in mealine bakmayı da ihmal etmez Ömer: “Örtülerini göğüslerinin üzerine kapasınlar.” İnternette yaptığı taramada onca mealin içerisinde sadece Edip Yüksel ayete böyle bir anlam vermiştir. “Bir an için tüm meallerin yanlış, sadece Edip Yüksel mealinin doğru olduğunu kabul edeyim” der kendi kendine ve düşünmeye devam eder: “Öyle olsa bile Edip Yüksel’in ayette yapabildiği değişiklik en fazla başörtüsü kelimesi yerine örtü kelimesini kullanmak olmuş. Peki Allah direkt olarak göğüslerinin üzerini kapatsınlar diyememiş mi? Neden örtüleri ile kapatmalarını belirtmiş ki? Yani bir kadın örtü ile değil de gömleğinin yakasını ilikleyerek kapatsa emri yerine getirmiş olmayacak mı? Bu meale göre elbette olmayacak. O halde ayette ‘örtüleri’ denmesinin bir anlamı olmalı değil mi? Ayrıca bu meale göre ‘bir örtüyle’ demiyor Allah; ‘örtülerini kapatsınlar’ diyor. O halde kadınlara has özel bir örtüden bahsediliyor olması çok daha akla yatkın.” 

Kahramanımızın önceki yazıda anlatılan macerasından dolayı fıtratının bozulmamış olması birilerini körü körüne takip etmesini engellemiştir. Ömer hala sağlıklı düşünebilen, okuduğunu anlama konusunda kendisini geliştiren, hele de söz konusu olan Allah’ın Kitabı ise her kelimenin değerini vermeye çalışan bir gençtir. Okuduğunu sağlıklı değerlendirebilen, hocalarca kirletilmemiş bir zihnin bir takım ayetlerin meallerine gizlenmiş tuzaklara düşme ihtimali oldukça düşüktür.

Ömer meal okumalarına devam eder. Aklı hâlâ Kur’an’dan konuştuğunu söyleyip de her biri ayrı telden çalan hocaların tartışmalarındadır. Hırsızlığın cezası ile ilgili tartışmalar aklına gelmiştir. Bu konunun da Mâide Suresi’nin 38. ayetinde anlatıldığını birkaç saniyede tespit eder. Bir çok mealin alt alta sıralandığı bir sitede meallerin biri dışında hepsi hırsızın elinin kesilmesini emir kipinde dile getirmektedirler. Bu konuda Edip Yüksel, Mehmet Okuyan ve benzerlerinin elin kesilmemesi gerektiğini savunduklarını duymuştur Ömer. Mehmet Okuyan’ın mealine rastlamamıştır ama her söylediği ile örtüştüğünü bildiği yakını Mustafa İslamoğlu’nun da aynı görüşte olması gerektiğini düşünerek onun mealine bakar. Meal şöyledir: “İmdi, işledikleri suça karşılık Allah`tan ibret-i alem bir müeyyide olarak hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin.” Mehmet Okuyan bunu görmemiş ya da dünürü Mustafa İslamoğlu ile konuşmamış mı diye düşünür! Ardından bu konunun en ateşli savunucularından biri olduğunu duyduğu Edip Yüksel mealine bakar: “Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini, yaptıklarına karşılık kesin.” Şaşırmıştır Ömer. İnternetten Edip Yüksel ve âvânesinin çok net bir şekilde Kur’an’da hırsızın elinin kesilmesinin emredilmediğini söylediklerini duymuş hatta bu konuda yaptıkları videoları izlemiştir. Aynı Edip Yüksel’in mealinde tam tersini söylemesi Ömer’i düşündürmüştür: “Her ne kadar el kesmenin emredilmediğini söyleseler de ayetin Arapçası bundan farklı bir meal vermeye müsait olmamalıdır ki meallerinde ellerini kesin yazmak zorunda kalmışlar.” Ömer başörtüsü konusundakine benzer bir durumla karşı karşıya olduğunu anlamıştır. Araştırmasına devam eder.

Miras ile ilgili koparılan yaygaraları hatırlar Ömer. Mehmet Okuyan kız çocuklarının mirastan alacağı payın erkek çocuklarla aynı olması gerektiğini bağıra çağıra anlatmaktadır videolarında. Mustafa İslamoğlu’nun da aynı fikirde olduğunu öğrenmiştir. Hemen onun mealine bakar. Bu konunun ayeti de Nisâ Suresi 11. ayettir. Meal şöyle verilmiştir: 

Allah size çocuklarınız hakkında, bir erkeğe iki kızın payını vermenizi tavsiye etmektedir. Eğer ikiden fazla kız iseler ölenin geriye bıraktığı malın üçte ikisi onlarındır. Eğer sadece bir kızsa mirasın yarısı onundur. Eğer ölenin geride çocuğu varsa bıraktığı mirastan anne ve babanın her birine altıda bir pay verilir. Çocuğu yoksa ve anne babası ona mirasçı oluyorsa o zaman annenin payı üçte birdir. Eğer kardeşleri varsa anneye verilecek pay altıda birdir.” 

Ömer ayete başka kişilerin meallerinde verilen anlamlara baktığında ise iyice allak bullak olur. Meallerin bir kısmı ilk cümledeki ifadeyi tıpkı İslamoğlu gibi “tavsiye eder” diye belirtirken, büyük bir bölümü de “emreder” şeklinde Türkçeye aktarmıştır. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığının eski mealinde tavsiye edilen şey, yenisinde emredilmektir.

Buradaki problemi nasıl çözeceğini düşünen Ömer, Mustafa İslamoğlu mealini bir kez daha okuduğunda kendi kendine sorar: “Allah’ın bir şeyi tavsiye etmesi ne demek ki? Her hükmü mutlak doğru olan kanun koyucu bir yaratıcı nasıl olur da herhangi bir şeyi emretmek yerine tavsiye eder? Allah gerçekten tavsiye ediyorsa bile insanlar Allah’ın tavsiyesini emir saymazlar mı? Bir yanda Allah’ın tavsiyesi dururken, bir şeyi Allah tavsiye ediyorken, kim kalkıp da bu tavsiyenin dışında bir uygulamanın daha doğru olduğunu düşünebilir ki? Hatta Allah’ın tavsiyesinin dışına çıkabileni kim adam yerine koyar?” Ardından mealin sonraki cümleleri dikkatini çeker Ömer’in “Eğer ikiden fazla kız iseler ölenin geriye bıraktığı malın üçte ikisi onlarındır.” Aynı ayette yer alan bu cümlede tavsiyeden bahsedilmiyor. Oysa burada da kız çocuğun mirastan alacağı pay, “üçte ikisi onlarındır” denilerek kesin bir hükümle dile getirilmektedir. Hatta ayetin devam eden cümleleri de aynı şekildedir: “Eğer ölenin geride çocuğu varsa bıraktığı mirastan anne ve babanın her birine altıda bir pay verilir. Çocuğu yoksa ve anne babası ona mirasçı oluyorsa o zaman annenin payı üçte birdir. Eğer kardeşleri varsa anneye verilecek pay altıda birdir.” Tüm bu ifadeler kesin ve net emirler verirken nasıl olur da aynı ayetin ilk cümlesinde tavsiyeden bahsediliyor olabilir? Allah nasıl olur da bu kadar tutarsız bir metin gönderir?! Ya da bu derece anlamsız bir metin nasıl olur da Allah’a ait olabilir? 

Ömer bir sonraki ayetin mealini de yine  Mustafa İslamoğlundan okur:

“Eğer çocukları bulunmuyorsa, eşlerinizin miraslarının yarısı size aittir. Fakat eğer onların çocukları varsa, ettikleri vasiyet ve borçlarından sonra terekelerinin dörtte birini alacaksınız. Eğer çocuğunuz yoksa, terekenizin dörtte biri eşlerine aittir. Fakat eğer çocuğunuz varsa, ettiğiniz vasiyet ve borçlardan sonra terekenizin sekizde birini alacaklar. Eğer erkek ya da kadın birinci dereceden bir mirasçıya sahip değilse; kız ya da erkek kardeşi de varsa, her birine altıda bir düşer. Fakat erkek ve kız kardeş birden fazlaysalar, edilen vasiyet ve borçtan sonra üçte birini alırlar. Bu her iki durumda da, (mirasçılara) zarar verilmemelidir. Bunlar Allah`ın size tavsiyesidir; zira Allah her şeyi bilendir, (bu kurallar hususunda) hilim ve hoşgörü sahibidir.”

Ayetin içerdiği cümlelerin yüklemlerine dikkat kesilir Ömer: “yarısı size aittir”, “dörtte birini alacaksınız”, “eşlerine aittir”, “sekizde birini alacaklar”, “altıda bir düşer”, “üçte birini alırlar”. Bu ifadelerin tamamı hüküm ve emir bildirmesine rağmen devamında “bunlar size Allah’ın tavsiyesidir” demek ne demektir? Bir yanda bu meal, diğer tarafta “bunlar size Allah’ın emridir” diyen bir başka meal varken Arapça bilmeyen ancak aklı ve mantığı doğru çalışan bir insan nasıl ilkini tercih edebilir? Bütün bu emir içeren ifadelerden sonra Allah’ın tavsiyesinden bahsetmek insanların aklıyla dalga geçmek olmaz mı? (2) Bir insanın yazacağı bir metinden bile bu denli anlamsızlık beklenemez. Allah’ın Kitabında ise böyle tutarsızlıklar asla olmamalıdır. Ömer aynı yazarın ayetlerin dipnotlarındaki açıklamalarına bakınca durumun yine daha önce incelediği ayetlerdeki gibi olduğunu görür. Ayetlerin metnine yansıtılamayan bir takım düşünceler dipnotlarla verilmek istenmiş yani ayetler yorumlanarak gerçek içerikleri çarpıtılmıştır. Öyle ki dipnotlarda yapılan açıklamalar ayetin metnine az da olsa yansıtılmaya çalışılınca tutarsızlık ve çelişkiler ortaya çıkmakta ve biraz düşünen herkes bu çelişkileri hemen fark edebilmektedir.

Ayrıca bu ayetlere dipnotlarda yapılan açıklamalara göre Allah’ın koyduğu bu hükümlerden sadece bir tanesi, ki o da erkek çocuğun 2 kız payı kadar miras almasıdır, bugün değişebilir ve paylar eşitlenebilir. Ömer bunu bir türlü anlayamamaktadır: Nasıl olur da ayetlerdeki bu kadar oran, bu kadar detay aynı kalır da sadece kız çocuğun alacağı pay bugün erkek ile eşit olabilir? Hadi onu da geçtik, Allah’ın indirdiği hükümlerden biri hangi gerekçeyle ve kim tarafından değiştirilmektedir? Hangi şartlar o hükmü bugün farklı uygulayabilmemizin önünü açmaktadır? Bu hüküm hangi tarihten itibaren değiştirilebilmektedir ya da ne zamana kadar ayetteki şekliyle geçerli kalmıştır? 

Tüm bu sorular, Ömer’in, sırf gelenekçilere saydırdılar diye bu hocaların Kur’an’ı önemsediklerini var saymanın, acele hüküm vermek olacağını görmesine sebep olmuştur. Ayrıca Ömer, Arapça’yı hiç bilmeyen bir kişinin mantıklı düşününce meallerdeki sıkıntıyı görebileceğini fark etmiştir. Çünkü mealde bir kelimeye yanlış anlam verilince ya ayetin devamı ya da başka ayetlerle uyumunda herkesin görebileceği sıkıntılar meydana gelmektedir. Aslında bu durum Kur’an’ın gerçekten Allah’ın Kitabı olduğunu da doğrulayan bir durum olmalı diye düşünür. 

Ömer bu ayetlerdeki tahrifin hayal edebileceğinden daha vahim olduğunu henüz görebilecek durumda değildir. Kur’an mealini böyle bilinçli bir şekilde okumaya devam ederse Allah’ın yardımıyla daha zor görülen yanlışları da fark debilecektir. Kısa süre sonra aynı surenin 7. ayetini okuduğunda Mustafa İslamoğlu’nun ayetin metnini nasıl tahrif ettiğini, Mehmet Okuyan’ın videolarda aynı ayeti nasıl çarpıttığını görecek bir seviyeye ulaşacaktır.

Bu çalışma Ömer’i oldukça memnun etmiş, içini rahatlatmıştır. Artık ne yapacağı, nasıl yol alacağı konusunda kafası biraz daha nettir. Çünkü Kur’an’ın Allah’ın Kitabı olması onun üzerinde oynanan oyunları, ayetlerine yapılan yorum ve tahrifleri mantığını doğru kullanan herkesin görebilmesini sağlamaktadır. Yanlışın nerede olduğunun görülmesi ise doğruya ulaşmanın ilk şartıdır. Ömer artık meallerde daha pek çok yanlışın bulunduğunu tahmin edebilmekte ama bu onu korkutmamaktadır. Allah’ın bu konuda gayretlerini boşa çıkarmayacağına, aksine bu gece olduğu gibi bundan sonra da kendisine doğruyu mutlaka göstereceğine dair hiç şüphesi yoktur. Ömer bu geceki emeğinden aldığı dersleri Allah’ın Kitabına yaklaşımında kendi ilkeleri olarak benimseyecektir:

Her konuda daima Kur’an ayetlerinin meallerini okuyacak, hiç kimsenin sözünü ve yorumunu Allah’ın hükmü saymayacaktır.

Mealleri karşılaştırmalı olarak okuyacak ve tefsirsiz, dipnotsuz, yorumsuz sadece ayetin mealine odaklanacaktır. Çünkü bu gece yaşadığı tecrübe ona ayetleri yorumla tahrif edenlerin aynı şeyi ayetin metnine yapmaya cesaret edemediklerini göstermiştir.

Mealleri değerlendirirken hiç kimseden etkilenmemeye çalışarak sadece Allah’ın ne dediğini anlamaya odaklanacak, gördüğü tutarsız ve çelişkili ifadeler üzerinde akıl ve mantığını en ileri seviyede kullanarak düşünecek, konuyla ilgili bol miktarda soru üretecektir.

Tüm bu gayretine rağmen Kur’an’ın her ayetini hemen doğru anlayacak veya yanlış anlamayacak diye bir kural yoktur. Mutlaka anlayamadığı çok şey olacaktır. Ancak ilkelerinden taviz vermeden samimi olarak gayret gösterirse bu gece olduğu gibi Allah onu doğruya mutlaka ulaştıracaktır.

Düzenli olarak meal okumaya devam edecek, böylece Kur’an’ın neresinde neyin anlatıldığına dair bilgi sahibi olarak Kitap bilgisini artıracaktır.

Ömer bu ilkelerle çalışıp Kur’an hakkındaki bilgisini artırdıkça Kur’an’a referans yaptığı algısını oluşturmuş kişiler ve Kur’an’dan konuştuğunu söyleyen hocalar hakkında şu sonuçlara ulaşması kaçınılmaz olacaktır:

Kur’an meali ve tefsiri yazmış veya Kur’an’daki herhangi bir konuyla ilgili herhangi bir açıklaması olan bir hoca asla ve hiçbir durumda yanlış yaptığını kabul etmeyecektir. Kendisine gösterilecek hiçbir delil onu yaptığının yanlış olduğuna ikna edemeyecek ve en bariz, en teknik, en somut hatasında bile asla geri adım atmayacaktır. Bu sebeple hocalara yanlışlarını söylemenin hiç bir faydası yoktur. Onları değil ama onlara kanan kalabalıklar içerisinde bulunan az sayıdaki samimi mümini uyarmak mümkündür.

Başka hiçbir iş yapamayacakları için hoca olmuş kişiler, Allah’ın dinine aykırı bir sürü gereksiz bilgiyi ezberleyerek oyunu kuralına göre oynamak suretiyle elde ettikleri akademik ünvanlarını insanlar üzerinde baskı unsuru olarak kullanmaktan ve böylece yanlışlarını dayatmaktan çekinmeyeceklerdir.

Kur’an yorumlanamaz, bir insan tarafından açıklanamaz. Zira yorumlanabilen bir kitaptan çıkarılmayacak hüküm yoktur. Kur’an’ı Allah açıklamıştır. O açıklamaya ulaşmanın yöntemini de Kur’an’da Allah tarif etmiştir. Zaten Allah’ın Kitabı ancak böyle olabilir. Aynı konuda herkesin farklı bir sonuca ulaşabileceği bir kitap Allah’a ait olamaz.

Belli hükümleri indrildiği döneme ait olup bugüne gelemeyen, hangi hükmünün o güne ait olduğunun tespiti insanlara bırakılmış bir kitap Allah’a ait olamaz.

Allah’ın ayetlerine verilen yanlış anlamları tespit etmek için samimi, akıl ve mantığını sonuna kadar kullanan bir mümin yeterlidir. O yanlışları düzeltmek ve doğru hükme ulaşmak içinse metodu, Arapça’yı ve Kur’an’ı iyi bilen ekipler oluşturarak çalışmak gerekir. Bu, uzmanlık gerektiren bir uğraştır ve böyle olması da doğaldır.

Geleneksel din algısına karşı çıkan hocaların sadece bu tutumlarından dolayı her sözleri Kur’an’dan sayılmaktadır. Bu durum, bu kişileri takip edenlerin tarikat müritlerine rahmet okutacak seviyede müritleşmesine sebep olmuş, bu Kur’an cahili kalabalığın etkisine giren hocaları da kafalarından geçen her şeyi Kur’an’a söyletmeye itmiştir. Oysa Kur’an’ın bir tek ayetini tahrif eden bir hocanın artık hiçbir sözüne güvenilemez.

Sabah ezanı yarım saat önce okunmasına rağmen, doğu ufkuna bakan penceresinden Allah’ın şaşmaz ayetlerinin fecr vaktini henüz oluşturduğunu görmektedir Ömer. İlk namazını kılmak için ilk abdestini almaya giderken dudakları Allah’a bu geceki inanılmaz yardımı için şükür ifadeleri ile kıpırdamakta, aklı ise bu yardıma karşılık gelebilecek güçte şükür cümleleri kurmakta ne kadar aciz olduğunu kendisine hissettirmektedir.

Erdem Uygan

(1) https://erdemuygan.com/2019/06/deist-omerin-seruveni/

(2)Ayette geçen kelime ve konuyla ilgili detaylı çalışmamız için bkz: https://erdemuygan.com/2018/09/yaniliriz-diye-aciklamayi-allah-yapiyor/